Neo-klasik yönetim anlayışı ile örgüt çalışanlarına daha önce görmedikleri kadar değer verilmiştir (Bursalıoğlu, 2010). Buna rağmen klasik yönetim anlayışında olduğu gibi üretimdeki verimliliğin ön planda tutulması, örgütsel grupların hedeflerinin aynı olduğu varsayılarak çatışma yaşanmasına ihtimal verilmemesi ve örgütün çevresinin yok sayılması nedeniyle eleştirilmiştir (Keskin vd., 2016). Bu nedenle klasik ve neo-klasik yönetim yaklaşımlarının eksiklikleri modern yönetim yaklaşımları ile giderilmeye çalışılmıştır. M. Aydın’a (2014) göre örgütü bir aile gibi gören yaklaşımlar yerine örgütsel gerçekleri dikkate alan modern kuramlar daha gerçekçi bir yaklaşım sergilemektedir.
1960’lı yıllara kadar yönetim ile ilgili yaklaşımlar genellikle yöneticilerin örgüt içindeki endişelerine odaklanırken 1960’lı yıllarla birlikte örgütün dış çevresi de önemsenmeye başlanmıştır (Robbins vd., 2013). Örgütlerin de bireyler ve gruplar gibi karşılanmak zorunda olan ihtiyaçları göz önünde bulundurulduğunda yaşamlarının devamı için çevreye muhtaç oldukları daha net görülebilir (Morgan, 1998). Bu nedenle modern yönetim anlayışının hareket noktasını çevrenin örgütler üzerindeki etkisi oluşturmaktadır.
Ludwig Von Bertalanffy tarafından ortaya atılan “Genel Sistem Teorisi”, modern yönetim yaklaşımları için bir temel oluşturmuştur (Tortop vd., 2012). Bir biyolog olan Bertalanffy, canlı organizmayı karmaşık açık sistemlerin anlaşılması için bir örnek olarak ele almıştır. Böylece sistem teorisi biyolojik bir metafor olarak gelişmiştir (Morgan, 1998). Genel sistem teorisine göre doğal ve sosyal dünyanın bütün unsurlarını birer sistem olarak açıklamak mümkündür. Bertalanffy, genel sistem teorisi ile sosyal bilimlerden doğa bilimlerine kadar incelenen bütün olguların açıklanabileceğini belirtmiştir (Keskin vd., 2016). Sistem yaklaşımına göre örgütler birbiriyle ilişkili ve birbirine bağımlı sistemler bütünü olarak ele alınmaktadır (Robbins vd., 2013).
Modern yönetim yaklaşımları, örgütlerin birer sistem olarak görüldüğü anlayışıyla şekillenmiştir (Keskin vd., 2016). Sistem teorisinde örgütler canlı organizmalar gibi ele alınmaktadır (Morgan, 1998). Açık ve kapalı olmak üzere iki çeşit sistem söz konusudur. Açık sistemler hayatta kalmak için çevre ile etkileşimde olmaya gerek duyarken kapalı sistemlerde ise buna gerek yoktur (Daft, 2010). 1960’lı yıllara kadar örgütler kapalı sistemler olarak görülmüş, modern yönetim anlayışıyla açık sistemler olarak görülmeye başlanmıştır. Önceki yönetim yaklaşımlarında üzerinde durulan formal ve informal örgütlerin senteziyle açık sistemler olan örgütler ortaya çıkmıştır (Hoy ve Miskel, 2012).
Örgütler, çevrelerinden etkilenen ve çevre ile etkileşim hâlinde olan açık sistemlerdir (Robbins vd., 2013). Çünkü örgütler, çevrelerine açık olmalarından dolayı varlıklarını devam ettirebilmek için çevre ile uygun ilişkiler geliştirmek zorundadır (Morgan, 1998). Bursalıoğlu (2010) örgütün çevreye ihtiyacı olmadığı durumlarda kapalı sisteme dönüşeceğini ifade etmektedir. Fakat çevreyle olumlu ve olumsuz ilişkileri örgütün işleyişini (Hoy ve Miskel, 2012), örgütsel karar ve eylemler de örgütün çevresini (Keskin vd., 2016) etkilediği için yaşayan örgütlerin her zaman açık sistemler oldukları söylenebilir.
Morgan (1998), açık sistem yaklaşımında üç önemli noktanın üzerinde durulduğunu belirtmektedir: Birincisi örgütlerin yer aldığı çevre üzerinde önemle durulmaktadır. İkincisi örgüt, birbiri ile bağlantılı olan alt sistemlerle tanımlanmaktadır. Üçüncüsü ise farklı sistemler arasında etkileşim sağlama ve olası işlev bozukluklarını tespit ederek bunları giderme çabası bulunmaktadır. Katz ve Kahn’a göre açık sistemler aşağıdaki özellikleri taşımaktadır (Bursalıoğlu, 2010):
- Açık sistemlerin çalışması, çevreden gelen girdilere bağlıdır.
- Çevreden alınan girdi, örgüt içinde dönüşüm geçirir ve yeni bir hâl alır.
- Açık sistemler çevrelerine bir ürün sunar.
- Sistemden çıkan ürünler sistemi tekrar besleyeceğinden açık sistemdeki girdiyi çıktıya dönüştürme işlemi döngüsel olarak devam eder.
- Açık sistemler, çevreden kullanabileceklerinden fazla girdi alır ve bunu depolar. Bu şekilde sürecin devam etmesini sağlar.
- Açık sistemlerde girişleri kabul eden veya reddeden bir kodlama süreci vardır. Ayrıca sistemin hatalarını düzelterek amaç odaklı kalmasını sağlayan bir geri bildirim mekanizması da bulunmaktadır.
- Açık sistemler, dış etkileri azaltan ve sistemin kararlılığını sağlayan dinamik bir yapıya sahiptir.
- Açık sistemlerde farklılaşma eğilimi sebebiyle genel eylemler uzmanlaşmış görevlerle değiştirilir.
- Açık sistemler, amaçlarına ulaşmak için çok farklı yolları deneyebilir.
Daniel Katz ve Robert Kahn tarafından geliştirilen açık sistem yaklaşımına (Bursalıoğlu, 2010) göre örgütler, çevrelerinden aldıkları girdileri dönüştürerek (çıktı) çevreye sunmaktadırlar. Örgütler; girdi, dönüşüm süreci, çıktı, geri dönüşüm ve çevre olmak üzere beş temel ögeden oluşan açık sistemlerdir (M. Aydın, 2014; Daft, 2010; Robbins vd., 2013). Açık sistemler eğitim örgütleri örneğinde tasvir edilebilir. Çevresinden öğrenci, para ve emek gibi girdileri alan okullar bu girdileri eğitim süreci ile dönüştürerek çıktı olarak çevresine eğitimli öğrenciler ve mezunlar sunmaktadır (Hoy ve Miskel, 2012). Dolayısıyla eğitim örgütlerinin de ham maddesi insan olan açık sistemler olduğu anlaşılmaktadır.
Bugün neredeyse herkes örgütlerin açık sistemler olduğu konusunda hemfikirdir (Hoy ve Miskel, 2012) ve yönetsel düşünce bu bakış açısıyla gelişimini sürdürmektedir (Lunenburg ve Ornstein, 2013). Modern yönetim yaklaşımlarında örgütlerin çevre ile etkileşimde bulunan açık sistemler olduğu kabul görürken çevrenin değişkenliğinin de üzerinde durulması gerekmiştir (Keskin vd., 2016). Çünkü örgütlerin çevreye uyum sağlaması, çevrede yaşanan değişim ve gelişmeleri de takip etmesi anlamına gelmektedir (Morgan, 1998). Bu yüzden hem çevrenin hem de örgütlerin içindeki şartların birbirinden farklı olması ihtimaline karşı farklı durumlara uygun bir yönetim yaklaşımına ihtiyaç duyulmuştur (Tortop vd., 2012).
İlk yönetim teorisyenleri, önerdikleri yönetim ilkelerinin evrensel olduğunu ileri sürmüşlerdir (Robbins vd., 2013). Fakat 1950’li yıllarda Tom Burns ve G. M. Stalker’ın yaptığı araştırma ile örgütlerin değişen çevre koşullarının üstesinden gelebilmek için esnek olmaları gerektiği görüşü ortaya çıkmıştır. Bu araştırma durumsallık yaklaşımının temelini atan en etkili çalışmalardan biri olmuştur (Morgan, 1998). Durumsallık yaklaşımı birçok araştırma ile desteklenerek 1980’lerde genel kabul gören bir yönetim yaklaşımı olmuştur (Tortop vd., 2012). Öyle ki Lunenburg ve Ornstein’a (2013) göre son yıllarda moda hâline gelmiştir.
Durumsallık yaklaşımı, klasik ve neo-klasik yönetim anlayışındaki en iyi yolu bulma eğilimine karşın her durumda geçerli yönetim ilkelerinin olamayacağı görüşünü temel almıştır (Tortop vd., 2012). Durumsallık yaklaşımında değişen koşullara bağlı olarak değişen bir yönetim anlayışı hakimdir (Lunenburg ve Ornstein, 2013). Bunun için yönetimin her şeyden önce bu koşullarla uyuşma kaygısı taşıması gerektiği düşünülmektedir (Morgan, 1998).
Her koşula ve her yere uyan bir yönetim biçimi olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir (Tortop vd., 2012). Çevre koşulları farklı olduğu için farklılaşan örgütlerde farklı yönetim anlayışları olabileceği gibi aynı örgüt içindeki farklı görevlerin yerine getirilmesi de farklı yaklaşımları gerektirebilmektedir (Morgan, 1998). Durumsallık yaklaşımına göre bir koşulda başarılı olan bir yönetim anlayışının başka bir koşulda başarılı olamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır (Daft, 2010). Bu yaklaşıma göre çalışanlar ve durumlar farklı olduğu için örgütler farklı yönetim anlayışlarına ihtiyaç duymaktadır (Robbins vd., 2013).
Yönetsel düşünce gelişimini sürdürürken farklı örgütlere ve farklı zamanlara göre farklı yönetim anlayışları ortaya çıkmıştır (Tortop vd., 2012). Farklı koşullara uyum sağlanmasını kolaylaştıran durumsal yaklaşımın yönetim anlayışını zenginleştirdiği dikkat çekmektedir. Örneğin, devlet kurumları ve özel işletmeler gibi farklı örgütlerin aynı şekilde yönetilmesinin mümkün olmadığı gibi aynı örgütün normal durumlarda ve kriz durumlarında da aynı şekilde yönetilebilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle durumsallık yaklaşımının belli bir yaklaşımı kabul etmeyi dayatmayarak yönetsel düşünceye özgürlük kattığı söylenebilir.
Modern Yönetim anlayışında örgütlerin değişen koşullara uyum sağlaması ve insanların memnun edilmesinin önemsendiği görülmektedir. Bu yönüyle modern yönetim yaklaşımları, farklılıkları ile birbirlerini tamamlamaktadır. Durumsallık yaklaşımı ile belirtildiği üzere yöneticilerin tek yönetim yaklaşımı ile sınırlandırılması söz konusu değildir. Dolayısıyla örgütün durumuna en uygun yönetim yaklaşımı benimsenebilir, şartların değişmesiyle de şartlara daha uygun başka bir yönetim yaklaşımına geçilebilir. Bu sebeple modern yönetim anlayışının ortaya çıkardığı yaklaşımlar ile belli bir yöntemi değil, bir yönetim felsefesi ortaya koyduğu dikkat çekmektedir.